DİYARBAKIRLI RAMAZAN HOCA’dan TAKSİCİ OĞUZ’a BAZI ACI ŞEYLER KARŞISINDA ”HUKUK”

Son yıllarda da Türkiye’de toplumsal vicdanı öldüren, iyiliği yok etmeyi hedefleyen bir dizi öldürme eylemi gerçekleştirilmektedir. Türkiye’nin içine düştüğü ahlâksızlıklar ve hukuksuzluklar havuzu dehşet verici bir hal almıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşam hakkının bu derece itibarsızlaştırılması, tabir caizse hiç kimsenin güvende olmadığı bir coğrafyada(dâru’l harb/dâru’l küfr) yaşadığımızı da ispat etmektedir. Müslümanlık, İslâm, barış gibi retoriklerle bir yere varılamamakta, huzur ve güvenlik yurdu(dâr’ul İslâm) olması gereken coğrafyalar karanlıklara sokulmaktadır.

1-Örneğin; Sinan Ateş(30/12/2022) cinayeti, bir akademisyen ve eski Ülkü Ocakları Başkanı’nın dahi belli odaklar tarafından çok kolay ve profesyonel bir şekilde öldürülebileceğini göstermiştir.

2-İstanbul’un ilk selatin camisi olan ve avlusunda Fatih Sultan Mehmed’in türbesi bulunan Fatih Camiî’de imama bıçaklı saldırı suretiyle öldürmeye teşebbüs olayı da(08/01/2024), Türkiye’de ‘’en kutsal mekanda’’ bile cinayet işlenebileceğini, ibadethanelerde bile ‘’güvenin’’ kalmadığını tekraren ispatlamıştır.

3-IŞİD Horosan(ISKP) yapılanmasının Santa Maria Kilisesi Saldırısı da(28/01/2024), alevî olsun Hıristiyan olsun, Türkiye’deki gayrimüslimlere de en kutsal mekanlarda darbe vurma imkânının hâlâ yüksek güvenlik riski ile dehşet boyutta olduğunu göstermiştir.

4-Ve yine, Diyarbakırlı Ramazan Hoca olarak bilinen Ramazan Pişkin de İstanbul Cerrahpaşa’da işlettiği çay ocağında namaz kılarken vahşice öldürülmüştür(31/01/2024). İlginçtir ki Ramazan Pişkin, bir ”selefî derviş” gibi İslâm’ı anlatan bir figürdü. Mustafa Kemal’e, tarikat ve cemaatlere karşı bir din anlatımı ile ”din tüccarı” olarak gördüğü kurumsal dinî yorumlara karşı çıkan biri olmasına rağmen, katledilişinden sonra Kemalist, milliyetçi, siyasi isimler dahi kendisini sahiplenmiştir. Diyarbakırlı Ramazan Hoca, yer yer ‘’selefî/soft tekfirci selefî’’ tonda konuşmaktadır. Örneğin din ile siyaseti ayırmamak, şeriatçı olmak, tüm siyasi partileri mutlak olarak İslâmî düşünceye aykırı görmek, ‘’Kemalizmi İngiliz ihaneti olarak görmek’’,  Kur’ân’ın ölülere okunmasının caiz olmadığını söylemek, demokratlığı müşriklik olarak görmek, melhame-i kübra’nın ateşlendiğini düşünmek, Ebu’l-A’lâ Mevdudî ve İbn Kayyım gibi âlimleri okumak gibi bir çok dini düşüncesi ve yapıp etmesi vardır. Ölümü tarikat çevrelerince ne yazık ki düşmanca sunulmuştur. Diyarbakırlı Ramazan Hoca, İslâm’ı anlatırken, kendi halinde bir tebliğ metodu varken, İstanbul’un göbeğinde bir suç makinesi tarafından hunharca öldürülmüştür. Bu cinayet de, kimseye zararı olmayan, İslâm’ı anlatmaktan başka maddi ve manevi bir gayesi bulunmayan, selefî bir dervişin, samimi ve sade bir müslümanın bile adice katledilebildiği bir ülke haline geldiğimizi ispat etmektedir.

5- Ve de en dramatik cinayetlerden biri olarak, soğuk hava koşullarında maskeli müşterisini ‘’iyilik yapıp’’ aracına almak suretiyle yardım etmeye çalışan taksici Oğuz Erge, hiçbir husumet, hiçbir menfaat çatışması, en ufak bir kötülük olmaksızın, sırf öldürmek için öldürmek, öldürmekten zevk almak için öldürmek gibi saiklerle hareket eden ‘’terörist’’ ruhlu bir cani tarafından öldürüldü(31/01/2024). Yine anladık ki, iyiliğin öldürüldüğü coğrafyalar insanların korku içinde yaşadığı, her an herkesin herkesi kolayca öldürebildiği karanlık coğrafyalar(dâru’l harb/dârul küfr) olarak insana olan umudu yok etmiştir.  Merhamete vahşet ile karşılık verilen yerlerde ahlâkın ve hukukun ‘’bittiği’’ de söylenmelidir. Fail, ağırlaştırılmış müebbet de alsa hak ettiği “ceza”yı almamış olacağına göre, kötülük toplumunda “hukuk” da vahşeti yaşatmaya devam edecektir. Farklı teo-politik maskeler altında şeriat düşmanlığı yapan tağutlar, yine bunca zalimliği ‘’kukla tiyatrosu olan hukuk’’ yoluyla unutturacaktır.

Diyarbakırlı Ramazan Hoca’dan taksici Oğuz Erge’ye, Sinan Ateş’ten Fatih Camiî imamına kadar son günlerde Türkiye’de işlenen nitelikli kasten öldürme vakaları, Türkiye’nin ahlâken ve hukuken de iflas ettiğini bir kez daha göstermektedir.

‘’Kasten öldürme suçunun; a) Tasarlayarak, b) Canavarca hisle veya eziyet çektirerek, c) Yangın, su baskını, tahrip, batırma veya bombalama ya da nükleer, biyolojik veya kimyasal silah kullanmak suretiyle, d) Üstsoy veya altsoydan birine ya da eş veya kardeşe karşı, e) Çocuğa ya da beden veya ruh bakımından kendisini savunamayacak durumda bulunan kişiye karşı, f) Gebe olduğu bilinen kadına karşı, g) Kişinin yerine getirdiği kamu görevi nedeniyle, h) Bir suçu gizlemek, delillerini ortadan kaldırmak veya işlenmesini kolaylaştırmak ya da yakalanmamak amacıyla,(1) i) (Ek:29/6/2005 – 5377/9 md.)Bir suçu işleyememekten dolayı duyduğu infialle, j) Kan gütme saikiyle,(2) k) Töre saikiyle,(2) İşlenmesi halinde, kişi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılır.’’ hükmü TCK md 82’de düzenlenmiş olsa da, böylesi eylemler için ceza olarak ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ahlâken kabul edilebilir değildir.

Ne yazık ki, ‘’ Ölüm cezası varlığını koruduğu sürece bütün ceza hukuku kan kokusu yayar, acımasızlığın mührünü taşır, intikamcı bir misillemenin lekesiyle yaftalanır’’ diyerek insanı tanrılaştıran modern ceza hukuku teorisi, eyleme fıtrî, ahlâkî ve doğal bir yaptırım üretememektedir. (Öyle düşünenler için bknz: Ölüm Bir Ceza Olabilir Mi? Sorusuna Fichte’nin Yanıtı Üzerine/İlker Tepe; Gustav Radbruch, Aphorismen zur Rechtsweisheit, Hrsg: Arthur Kaufmann, Vandenhoeck & Ruprecht, Göttingen 1963, s. 48.)

Faillerin TCK md 32 bağlamında ciddi rahatsızlıkları olduğu ihtimali bile, ‘’akıl hastalarını’’ sokaklara salan, onları rehabilite edemeyen kurumsallaşmış siyasi iktidarın(modern devletin) bitişini ifade eder.

Nitelikli kasten öldürme suçlarında, mağdur yakınlarının mahkemeden failin eylemine karşılık ölüm hükmü isteme(kısas) hakkı ve bedensel ceza uygulamalarını reddeden modern ceza hukukçuları, ne yazık ki ceza hukukunun iflasını temsil ederken, insanın (insan onurunu öldüren insan dahil) ıslah edilme imkânını ve yeniden topluma kazandırılma(koşullu salıverilme, vs.) yollarını yok edilen insan onuruna mukaddem kılmaktadır. Bu durum, insan hakları hukuku teorisinin de bir çıkmaz sokağı niteliğindedir.

İslâm hukukçularının ise kısır ‘’idam’’ tartışması yapması, ayrı bir akademik rezalet olup, hakikaten fıkhî müktesebatın ve teorinin hâlâ hukuk yapım sürecinde bir muteber yol olarak benimsenemediğini de göstermektedir. Hanefi-Maturidi olduğunu iddia eden Türk ilahiyatı fıkıh üretimi konusunda da sınıfta kalmakta, fıkıh sosyolojisi bu ülkede hiçbir ‘’anlam’’ ifade etmemekte, hukuk yapım sürecinde cılız bir kaynak dahi olmamaktadır.(Katılım bankaları hariç! Zart içtihadının zurt Hanefî fetvasına göre o kurumsallaşma ‘’para’’ için fıkhın kitabına uydurulmuştur!)

Bir insanı öldürerek toplumsal sözleşmeye devam etme imkânını geri dönüşümsüz bir şekilde ortadan kaldıran insanların sözleşmeye dönme imkânını öne çekmek, modern insanın bizatihi amaç olması ve Tanrı yerine ikamesi anlamına da gelmektedir.

Filhakika, son günlerdeki cinayetler, Türkiye’de artık insan onurunun bittiğini, her türlü ahlâk ve hukuk dışı yolların kurumsallaştığını ve de artık ‘’hukukun’’ iflas ettiğini ispat etmektedir.

Kötülüğün celladı olmayan hukuk, iyiliğin ortadan kalkmasına iştirak eden bir kötülük aygıtıdır.

Hepiniz, -kalabilirseniz- ahlâkla, hukukla, vicdanla kalın…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir